26.02.2024, 11:52

AŞKI ŞEHİR: Bir Kent Masalı

Seninle

 Bu şehirde

Havanın sisli kokusuna aldanıp

Akıp giden zamanı seyrediyorduk

Doktorlar caddesinin kaldırımlarında

Hesapta olmayan bir akşamın

Yalnızlığını yaşıyorduk

Gecelerimiz sessiz bir düş

Gündüzlerimiz kimsesizdi

Tren garında hep aynı şarkı çalıyordu

Soğuk dışarıda pusu kurmuş

Bizi bekliyordu

Sebahattin Eker

“Bilginin efendisi olmak istiyorsan çalışmanın uşağı olmalısın. Senden yalnızca iyi bir üniversite eğitimi almanı istiyorum, ömrüm yettikçe de seni hep destekleyeceğim, seni çok seviyorum oğlum,” demişti babam.

Bunları sıcak bir yaz günü, ofiste beni ziyarete gelen bir delikanlıdan dinliyorum. Devam ediyor delikanlı: “O günden sonra herkes yatağına çekildiğinde, benim için gün yeni başlıyordu. Gece soru çözüyor, eksiklerimi tamamlıyor, okulumu hiç aksatmıyordum. Nihayet sınava girmiş sonuçları beklemeye başlamıştım. Bugün yarın derken üç günümü nerdeyse odamda geçirmiştim. Bu gergin bekleyişe değmişti sonuçlar. Evdekilere ses etmeden hemen puanının istediği bölüme yetip yetmediğine baktım. Oluyordu işte… Çok çalışmıştım bu sınavı kazanmak için ama yine de kazandığıma inanamadım. WhatsApp grupları hareketlendi aniden, herkes durmadan bir şeyler yazıyordu. Kendi puanını yazan hemen diğerini soruyordu. Derin derin nefesler alıp sakinleştim. Annemle babam salonda oturuyordu. Karşılarına geçip dikildim, “Sınavlar açıklandı,” dedim. Annemin elindeki telefon kayıp yere düştü. Umursamadı düşen telefonu, ayağa kalktı, dizleri titriyordu, “Olmadı mı yoksa?” diye haykırdı. Kendime geldim o anda, güzel bir haber böyle verilmezdi ki! Toparlandım, “Kazandım!” dedim. Boynuma sarıldı annem, ağlamaya başladı. Sanki hayatında ilk kez ağlıyormuş gibi ağlıyordu. Babama baktım annemin kolları arasından kurtardığım başını kaldırarak, usulca ağlıyordu o da. Eskişehir’de çok merak ettiğim şehirde hukuk okuyacaktım. Ankara garında uğurladılar beni. Eskişehir’e yaklaştığımızı anons sesinden anladım. Hava pek soğuk değildi ancak yine de serin sayılırdı. Sırt çantama sıkıştırdığım ceketimi çıkartıp giyindim. Çevreye baktım: Caddenin karşı tarafındaki parkın içinde küçük bir çay bahçesi vardı. Bir iki masa dışında diğer masalar boştu. Çay bahçesinde oturanların yanlarında göze çarpan koca koca valizlerinden yolcu oldukları anlaşılıyordu. Sağıma soluma bakınırken gözüme taksi durağı ilişti, sürücüler ayaküstü sohbet ediyorlardı. Yavaşça yanlarına yaklaştım, onlara soru sorma cesareti gösterdiğinde, kalacağım yurdun yürüme mesafesinde olduğunu öğrendim.

Cadde boyunca yürüdüm, daracık sokaklardan geçtim, trafiğe kapalı bir cadde karşıladı beni. Bir grup, canlı müzik yapıyordu ve şehir tertemizdi. Sokaklar çok hareketliydi, etraf gençlerle doluydu, galiba doğru yerdeydim. Kendimi küçücük bahçesi olan şirin öğrenci yurdunun önünde bulduğumda saat on dörde geliyordu. Danışmadaki görevli beni çok iyi karşıladı, odamı gösterirken, “Üç kişi ile birlikte kalacaksınız,” dedi, “diğerleri henüz gelmedi, ilk gelen sensin.” Odada dört ranza, dört dolap ve herkes için bir de çalışma masası vardı. Tuvalet ve duş odanın içindeydi.

Yurtta biraz dinlendikten sonra, hızlıca sokağa çıkıp yürümeye başladım. Üniversite Caddesi yazan tabela ilişti gözüme, cadde boyunca sağlı sollu kafeler, yeme içme mekânları vardı. Biraz daha yürüdükten sonra büyük bir alışveriş merkezinin önünde durdum. Alışveriş merkezinin karşısında ev yemekleri yazan lokantayı görüp yolun karşı tarafına geçip, lokantaya girdim. Çocukluğumda babamla yediğim kuru fasulye, pilav, cacık menüsünü ve garsonu anımsadım birden, gözlerim doldu. Bir yandan gözlerimdeki yaşı belli etmemeye uğraşıyor, diğer yandan da yiyeceğim yemeklere karar vermeye çalışıyordum. Aşçının da yardımıyla menüyü belirleyip içinde rengârenk çiçekler olan vazonun bulunduğu masaya oturdum.

Kapıdan yayılan çıngırağın sesiyle kendime geldim, bir grup genç kız neşeli tavırlarla lokantaya girdiler. İçlerinden biriyle trende tanışmıştım, onu hemen fark ettim. Karşımdaki masalardan birine oturdular. Kızlardan biri bir şeyler anlatıyor, diğerleri onu dikkatlice dinliyordu, yine aynı kız garsona, “Her zamankinden abi” diye seslendi. Belli ki daha önceden biliyorlardı burayı. Kendi mekânlarıymış gibi rahattılar. Bir ara kızla göz göze geldik.

“Aa merhaba,” dedi sesini yükselterek, “sen trendeki çocuksun!” Gülümseyip başımla onayladım. Diğer kızlar da bana bakıyorlardı.

“Hayat işte,” dedi kız, “kiminle nerede karşılaşacağın hiç belli olmuyor!”

“Evet,” dedim, “belli olmuyor.”

Beni masalarına davet etti, itiraz etmedim, yemeğimi alıp onların masasına geçtim. Tanıdık olanı diğerlerine açıklama yaptı hemen mühim bir şeyi açıklıyormuş gibi, “Arkadaşla bugün garda tanıştık,” dedi, ardından da “Hay aksi, adını sormayı unutmuşum,” diye ekledi gülerek, “sahi adın neydi?”

“Yağız.”

“Ben de Berra,” deyip eliyle işaret etti, “bu Belgin, bu da Asya.”

“Memnun oldum,” dedim, gülümsedi Berra.

 “Ev yemekleriyle ünlüdür burası,” dedi Belgin, “fiyatları da çok uygun, o yüzden genelde öğrenciler burayı tercih eder, akşam olsun da kalabalığı gör.”

Belgin Eskişehirliydi, “Buralı olmam sizin için avantaj, göreceksiniz,” diyordu ikide bir. Babasının küçük bir kırtasiye dükkânı vardı. Bulgaristan’dan göçmüşlerdi yıllar önce, Belgin Eskişehir’de doğmuştu. Kumral uzun saçları vardı. Asya’nın ailesi Bursa’da yaşıyordu, simsiyah gözleri vardı. Bursa deyince kızların gözlerini hep yeşil hayal ederdim oysa Asya’nın gözleri simsiyahtı. O, diğerlerinin aksine uzun boyluydu. Berra ise tıpkı Duygu’ya benziyordu, babasını küçük yaşta kaybetmiş, annesiyle birlikte Adana’da yaşıyorlardı. Enerjisi yüksekti, durmadan gülüyor, kahkahalar atıyordu. “Hayat yaşanır ve biter abi,” diyordu, “fazla takmamak lazım.”

Yemekleri bittiğinde bana dönüp “Biz biraz dolaşacağız,” dedi Berra, “bize katılmak ister misin?”

“Olur,” dedim, biraz durakladım, “size rahatsızlık vermeyeceksem tabii.”

Bu grubun diğer özelliği de hep bir ağızdan aynı cümleyi söylemeleriydi anlaşılan: “Ne rahatsızlığı canım, öyle şey mi olur,” deyip kalktılar beni de aralarına alarak. Sokaklarda, caddelerde bol bol pedallayan insanlara ilişiyor gözüm. Ne çok bisiklet kullanan var bu şehirde. “Herkesin bir bisikleti vardır bu şehirde,” diyor Belgin, “gözünüzü alıştırsanız iyi olur.” İçime tarif edemediğim bir duygu yüklemesi yapıyorum. Ne kadar güzel bir şehir burası. Hadi Adalar’a geçelim diyor Belgin. Ada deyince gözümde koskoca bir gölet canlandı birden, “Burada ada mı var?” dedim Belgin’den yana dönüp, ince bir kahkaha attı Belgin, şimdi görürsün dedi. Doktorlar Caddesi’nin ışıl ışıl parlayan vitrinlerinden uzaklaşıp bir ara sokağa girdik. Cıvıl cıvıl bir bulvar karşıladı bizi. “Adalar,” dedi Belgin, “şehrin ortasından geçen Porsuk Çayı’nın şehrin üç ana caddesinin kesişiminde kalan bölgesi, Porsuk Çayı’ndaki gondollar ve botlar buradan kalkıyor hem de bölgedeki çeşit çeşit cafe ve publar Venedik’in o cıvıl cıvıl atmosferini aratmaz. Zaten bildiğiniz üzere Eskişehir tam bir öğrenci şehri. Yani burası haftanın yedi günü yaşayan, her daim barları pubları dolu olan bir şehir. Özellikle yaz akşamları buradaki cafe ve restoranlar Porsuk Çayı kıyısında keyif yapmaya gelen gençlerle doluyor.”

Delikanlının yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı, gözlerini pencereden dışarıya dikip devam etti. “Eskişehir’i gördükten sonra Ankara çok soğuk geldi bana. Ailemi de ikna ettim, şimdi onlarda burada yaşıyor. Bu yıl son sınıftayım, yakında avukat diplomam olacak anlayacağınız.” Ardından utangaç gözlerle ekledi: ”Bu arada Asya ile de ileriye dönük planlar yaptık Hocam!”

Ne şehirsin sen dedim içimden, sevdanın, özlemlerin, ayrılıkların şehri. Gidenin özlediği, gelenin gitmek istemediği bozkırın orta yerinde açan nadide bir çiçek… Aşkı Şehirsin.

Sevgiyle kalın.

saglisolluhaber.com

Yorumlar (0)
10
açık

Gelişmelerden Haberdar Olun

@