banner194

Eskişehir Sanayi Odası bir dönem Türkiye'de fırtınalar estiriyordu!

Eskişehir’in iş insanlarından, bir dönem Eskişehir Sanayi Odası’nda yöneticilik yapmış, geçmişte sosyalist hareket içerisinde yer almış, dikkat çeken kitaplara imza atmış ve aynı zamanda milli sporcu olan Orhan Aydın, Bayram Yumrukaya...

17 Kasım 2021, 14:01
Eskişehir Sanayi Odası bir dönem Türkiye'de fırtınalar estiriyordu!

Eskişehir’in iş insanlarından, bir dönem Eskişehir Sanayi Odası’nda yöneticilik yapmış, geçmişte sosyalist hareket içerisinde yer almış, dikkat çeken kitaplara imza atmış ve aynı zamanda milli sporcu olan Orhan Aydın, Bayram Yumrukaya ile görüştü, geçmişten bugüne dikkat çeken açıklamalarda bulundu.

Şimdi, Bayram Yumrukaya soracak, Orhan Aydın yanıtlayacak... 

Bayram Yumrukaya - Orhan Aydın...

B. YUMRUKAYA: Gençlik yıllarınız nasıl geçti? Yaşadığınız semtleri o günkü haliyle nasıl tarif edersiniz?

“ORTA OKULDA İKEN BABAM KAÇINCI SINIFTA OKUDUĞUMU BİLE BİLMEZDİ”

O. AYDIN: Gençlik yılları denilince, benim için 1956 ile1966 aralığı söz konusudur, bir de elbette İstanbul. Beylerbeyi İlkokulunu 1957’de bitirdim. O yıllarda İstanbul’un nüfusu 800 bin idi. Boğazın kenarına sıralanmış, birbirinden nisbeten bağımsız, her biri kendi aleminde küçük köyler vardı o zaman. Beylerbeyi onlardan biriydi, aynı Kuzguncuk, Çengelköy, Kandilli, Ortaköy gibi… Muntazam aralıklarla her birinin iskelesine uğrayan vapurlarla şehre ulaşım sağlanırdı. Şehirden kasıt tabii Karaköy, Eminönü gibi merkezlerdi. Buralara gidildiği zaman şehre inilmiş olunurdu. Eğer bir işiniz yoksa, bu merkezlere çok sık gidilmezdi, hele biz çocuklar ve gençler senede bir iki kereden fazla şehre, yani İstanbul’a gitme fırsatı bulamazdık. Böylece okul dışında tüm zamanımızı evimizin bulunduğu muhitte geçirirdik.

17 milyonluk bugünkü İstanbul’un sakinlerine bu yaşantıyı anlatmak mümkün değil artık. Anlatmaya çalışsanız bile inandırıcı gelmeyecektir kimseye. Zaten artık Beylerbeyi nerede başlıyor, nerede bitiyor belli değil. Üsküdar’ın bu semtleri iç içe geçmiş durumdadır, öyle kendine has özellikleri de pek kalmamıştır.

İlkokul mezuniyeti ile birlikte orta-okul ve lise hayatı başlamıştı. Bu benim için 11 yaşımdan 20 yaşıma kadar süren epeyce hareketli, serüven dolu bir dönemdir. Bu yıllarda elde edilen tecrübelerin belirleyici ve kalıcı etkileri olmuştur. Felsefeye olan merakım, Türk ve Alman edebiyatıyla tanışmam, ilk deneme metinlerini yazma girişimleri, müzik eğitimi, spora, santranca olan ilgim 1957 ile 1966 arasında günübirlik uğraşlarımdan sayılırdı.

Orta-okulun ilk yılında okula Beylerbeyi’nden gitmiştim. 1958/59 yıllarında ise artık Beylerbeyi’nde oturmuyorduk. Kısıklı’ya taşınmıştık. Bu mahalle de aslında Üsküdarın bir semti olan Çamlıca’nın bünyesinde yer almaktaydı. Çok uzağa gitmemiştik belki, ancak benim için büyük değişiklikler söz konusuydu. Okula gidiş-dönüşler daha karmaşık hale gelmişti bir kere. Ayrıca yabancısı olduğum bir muhitte, hiç tanımadığım çocuklarla nerede top oynayacaktık. Yeni arkadaşlarımla geçinebilecek miydim acaba, gibi meseleler vardı kafamda...

Şunu hatırlatmakta yarar var. Bizler o yıllarda okul servisi nedir, bilmezdik. 11..12 yaşımızda İstanbul gibi devasa bir şehirde sabah karanlığında birkaç vasıta değiştirerek okulumuza giderdik. Kısıklı’dan Beyoğlu ilçesinin Tünel semtine gidip gelmek bugün bile meseledir. Beni her sabah mahallemizdeki köpekler yolcu ederdi. Tramvay durağında beraberce bekleşirdik. Tramvaya binip arka sahanlıktan geriye baktığımda köpeklerin kafalarını hafifçe kaldırıp, her sabah niçin bu gürültülü vasıtaya binip gittiğimi merak eden gözlerle beni takip ettiklerini düşünürdüm. Kanıksamışlardı belki bu yolculuğumu, ama merakları devam ediyordu sanki. Tramvay yaklaşık 30 dakika sonra Üsküdar‘a varmış olurdu. Sonrası daha eğlenceliydi, çünkü Boğazdan gelen şehir hatları vapurunda birçok okul arkadaşımla buluşurdum. Gülerek, şakalaşarak Karaköy’e varırdık. Daha sonra bir koşu, o zamanlar Türkiye’nin ilk ve tek metrosu olan Tünel’e biner, Beyoğlu’na çıkardık. Bu sabah macerası bir saat kırkbeş dakika sürerdi ve bizler tam sekize çeyrek kala sınıftaki yerimizi almış olurduk.

Bütün bu gidiş-gelişler İstanbul’un kış aylarında çok sık değişen hava koşullarına bağlıydı. Özellikle sisin yoğun olduğu günler şehir hatları vapurları çalışmazdı. O zamanlar boğaz köprüsü de yoktu. Bir tek Üsküdar- Kabataş araba vapuru derdimize çare olurdu. Ancak o zaman da, Kabataş iskelesinden Tophane’ye kadar yürüyüp, oradan da ara sokakları deneyerek Beyoğlu’na çıkardık. Sabahın 6.30’unda, Tophane’nin henüz ortadan kaldırılmamış, harabe halindeki surların kuytu köşelerinde sızmış kalmış keşlerin önünden korkuyla geçerek yolumuza devam ederdik. Sisli günler dışında kuvvetli lodosun vurduğu İstanbul Boğazı’nda vapurlar yine çalışmazdı. O zaman bizim için daha farklı bir macera yaşanacak demekti.

Bunlar yaşanırken kimse beni elimden tutup okula götürmedi. Hiç kimse okula kaçta gidip, ne zaman çıktığımı sormadı. Babam kaçıncı sınıfta olduğumu bile bilmezdi. Hangi sınava girdiğimiz, hangi notu aldığımız ne bilinir ne de sorulurdu. Bütün sorumluluk sana aitti bu durumda. Evden çıktığında okula gidebilirdin, ya da gitmeyebilirdin. Kaçıp parklarda, çay bahçelerinde vakit geçirebilirdin. Sorumlusu sendin. Yük senin sırtındaydı. Evdekiler ise beklemedikleri sonuçlarla karşılaşabilirlerdi. Örneğin, babam uzun süre benim okul dışında, bir yandan da sporla uğraştığımı farkına varmamış, bunu bilememiş, merak dahi etmemiştir. Bir gün babamın yazıhanesine biri gelip de, “Siz Orhan Aydın’ın babası mısınız?” diye sorunca, babam bana bir şey olduğunu düşünüp telaşlanıyor. Bunu fark eden adam: “ Sadece sordum. Oğlunuz, şu anda ülkenin en önemli atletlerinden biri… Onun için merak ettim; soyadınız aynı da…” diye açıklama yapıyor.

İşte benim gençlik yıllarımdan aklımda kalan önemli olaylar bunlar. Daha bir sürü anım var elbette, ama her şeyi bir söyleşiye sığdırmanın imkanı yok. 

B. YUMRUKAYA: Alman Lisesi’nde okuduğunuzu biliyorum. O yillardaki lise eğitimini nasil değerlendiriyorsunuz?

O. AYDIN: 1957-1964 yılları arasında, yani yedi yıl süren bir İstanbul Alman Lisesi yaşantım var. Zaman içinde yaptığım gözlem ve değerlendirmeler, bugün bu okulun benim o yıllarda okuduğum okula pek benzemediğini gösteriyor.

Farklılıkları şöyle sıralayabiliriz:

Bir kere, 1950’lerde özel okullarda, ya da kolejlerde okuyor olmanın, toplumda çok fazla ayrıştırıcı yanı yoktu. Üstelik olağanüstü anlamlar da yüklenmemişti sırtlarına.

Nedir bugün bu okullarla ilgili zihinlerde yer etmiş olan görüntü?

‘Buralarda yalnızca varlıklı ailelerin çocuklarının okuduğu, belli bir sınıfın maddi, manevi zenginliğinin ve seçkinliğinin göstergesi olduğu…’ Günümüzün gösteri toplumunda, çocuğunu kolejde okutuyor olmanın aile bireylerinin sosyal çevresinde yaratması muhtemel etkinin, anne/babayı esir aldığını görüyoruz. Çocuklarının bu okulların giriş sınavında başarılı olmaları, dışarıdan bakıldığında, onun böylece çok iyi bir eğitim alma şansına kavuşacağının ilk şartı gibi gözükse de, anne/babanın bunu çocuklarından fazla arzu ettiklerini, bu konuda ondan daha fazla heyecanlandıklarını, hatta paniklediklerine şahit oluyoruz. Bu şiddetli arzunun, çocuğun ilkokulun ilk yıllarından itibaren özel kurs ve derslerle bunaltılmasına, neredeyse çocukluktan çıkmasına neden olmaktadır. Kolej sınavının kazanılması statü sembolü haline gelmiş durumda. Bu aile için; zenginliğin, elit olmanın, herkesten daha akıllı olmanın göstergesi olan olağanüstü bir olayı ifade etmektedir.

O yıllarda bizler bu özel okulların giriş, sınavlarında teste tabi tutulurken ne aile içinde, ne de çevremizde yukarıda anlatmaya çalıştığım anlamda bir telaş ve heyecan vardı. Bizler bunu sınavdan önce de duyumsamamıştık, çünkü özel dersler ve kurslar yoktu. Akla gelen bir şey de değildi. Önce ilkokul tamamlanır sonra nerede okunacağına karar verilirdi. Zaten böylesi giriş sınavlarından geçeceğimizi bile bilmiyorduk. Özel okullar için bize anlatılan yalnızca, bu okullarda yabancı dilin iyi öğretildiği idi. O yıllarda büyüklerimizin en büyük derdi yabancı dil bilmemeleri idi. Arzu edildiği halde öğrenme şanslarının olmamış olması onların canlarını sıkan bir meseleydi. Annemin beni elimden tutup da sırasıyla Alman Lisesinin, Avusturya Lisesinin ve İngilizce eğitim veren High Scool’un sınavlarına sokmasının nedeni budur. Türkçenin yanında iyi bir ikinci dil öğrenmem ve dünyayı tanımam tek hedefti. Başka olağanüstü bir anlam taşımıyordu bizim için bu girişim.

İkinci önemli farklılık ise, bugün bu sınavlarda başarılı olmanın, özel okullarda okuma şansına kavuşulduğu anlamına gelmiyor olmasıdır. İstanbul Alman Lisesi fiziki imkanlarının sınırlı olması nedeniyle, o tarihlerde her yıl ancak 60 kişiyi alabiliyordu. Yaklaşık 3000 kişiye yakın müracaat oluyor ve bunun içinden 60 kişiyi seçmek zorunda kalıyordu. Derslik ve sınıflar için binada ayrılabilen yer ancak buna imkan sağlıyordu. Bu nedenle giriş sınavı konmuştu anlaşılan. Yüksek puan alan ilk 60 kişi kayıt yaptırma hakkına kavuşuyordu.

Meselenin böyle çözülmesi okulun kapasite sorunu yaşamasını engellediği gibi, başta fark edilmeyen bir olumluluk da sağlıyordu. Bu seçki ister istemez okulun eğitim ve başarı düzeyini de yukarıya taşıyordu. Bugün neden bu özellikler kaybedilmiştir? Çünkü artık giriş sınavında yüksek puanları alan öğrenciler değil, çok yüksek yıllık aidatları ödeyebilenler okula girebilmektedir. Kazanan ilk 60 öğrencinin birkaç kişisinin ailesi söz konusu aidatı ödeyebildiği için, ikinci 60 kişilik listeye ve giderek daha alt sıradaki yedek listelere inilmektedir.

Uzun yıllardır yüksek puan alan yetenekli öğrenciler yerine, ailesinin imkanı olan çocuklar Alman Lisesine kayıt yaptırabilmektedir. Bizim eğitim aldığımız yıllarda bir öğretmen maaşıyla çocuğunuzu Alman Lisesinde rahatlıkla okutabilirdiniz, bunun tutarı ayda 20 dolar kadardı, şimdi ise 2000 dolar kadar, yani bugün herkes orada okuyamaz, ya da parası olan herkes Alman Lisesine girebilir, bunun sınav ayağının pek bir önemi kalmamıştır. Peki, buna rağmen ailelerdeki bu telaş neden?

Düne nazaran ortaya çıkan farklılıkları bir kenara bırakırsak, benim 1957 ile 1964 yılları arasında Alman Lisesinde aldığım eğitimin çok etkili olduğunu söyleyebilirim. Hem meslek hayatımda, hem sosyal ve kültürel etkinlikler çerçevesinde, özellikle de edebiyat sanatının kavranması açısından Alman Lisesinde geçirdiğim yılların faydasını gördüm. Çok fazla ödev hazırlamak zorundaydık, çok sık yazılı ve sözlü sınava girerdik, okuldaki ders kitapları dışındaki kaynaklardan yararlanmamız beklenirdi. Sınıflar yirmi kişi civarındaydı, hep göz önünde idik, dalga geçemez, kopya çekemezdik. Velhasıl zor günlerdi. 

B. YUMRUKAYA: Beşiktaşlı olmanıza rağmen Fenerbahçe Basketbol takımında oynadınız. O zamanlar bu nasıl karşılanırdı?

“FENERBAHÇE OYUNCUSU İKEN GALATASARAY TAKIMI İLE DE BİR SEZON ANTRENMANA ÇIKTIM”

O. AYDIN: Doğru, Beşiktaş taraftarıyım. Yakın zamana kadar da Beşiktaş Kulübü Divan üyesiydim. İstanbul’da yapılan Divan toplantılarına her zaman katılamadığım için, devamsızlıktan Divan üyeliğim düştü, kongre üyeliğim devam ediyor. Babam da Beşiktaşlılar Cemiyeti aktif üyesiydi. Bu Beşiktaşlılık biraz aileden geliyor. Neden 1961 yılında Basketbol’a Fenerbahçe Kulübünde başladım? O tarihlerde Türkiyede yalnızca İstanbul Basketbol Ligi vardı ve Beşiktaş’ın bu ligde oynayan takımı yoktu. Birinci neden buydu. İkincisi beni Fenerbahçe’ye götüren Alman Lisesindeki sınıf arkadaşım Emin Kemal Özer idi ve benden bir yıl önce Fenerbahçede basketbol oynamaya başlamıştı. Onun Fenerbahçe Takımına girmesinin nedeni Kadıköyde oturmasıydı, yoksa Galatasaray’ı tutardı. Aynı şekilde, ünlü film rejisörü rahmetli Ömer Kavur da Galatasaraylı olmasına karşın bizimle beraber Fenerbahçede oynamıştır.

1966 İstanbul Dolmabahçe Stadı 200 metre Türkiye Rekoru Kupası'nın Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ismet Uluğ tarafından Orhan Aydına verilmesi...

Şunu söylemek yanlış olmaz; sporcuların tuttuğu bir takım olsa da, bunu fanatizme dönüştürüp, illa o takımda spor yaparım, yoksa yapmam demez.

Bizim basketbol oynadığımız 1961-1965 yıllarında bugünkü durumdan çok farklı yaklaşımlar vardı. Birincisi takımlar arasında oyuncu transferine çok nadir rastlanırdı. Böyle bir şey iyi karşılanmazdı. Takımından ayrılan oyuncu para karşılığı yetiştiği kulübü bıraktığı için eleştirilirdi. Bu amatör ruhu zedeleyen bir husus olarak görülürdü. İkincisi ise, bizim oynadığımız dönemde hemen hemen hiçbir yabancı oyuncu yoktu. Varsa bile, onlar bir nedenle İstanbulda yaşayan yabancı uyruklu ailelerin çocukları idi, belki bir/iki kişi…

Ben size, bu bağlamda daha da şaşılacak bir anımı anlatayım. Daha önce söylediğim gibi okulum Beyoğlu’ndaydı. İstanbul’u pek bilmeyenler için şunu belirtelim, Galatasaray Basketbol Takımının antreman yaptığı salon da Beyoğlunun arka sokaklarında bir yerdeydi, yani Alman Lisesine yaklaşık beşyüz metre mesafede. Fenerbahçe Takımının antreman sahası ise, Kadıköy’de idi, yani oraya gitmem için Karaköy’den Kadıköy vapuruyla karşıya geçip, sonra da yarım saat kadar yürümem gerekiyordu. Bu büyük bir zaman kaybı idi. Antrenörümüz Dr. Önder Dai’ye bu zor durumu anlattım. Onun bulduğu çare ise bugün kimseye merhem olmaz, çünkü GS takımının hocası Cavit Abi’yi arayarak, benim haftada üç gün onlarla beraber antremana çıkmamı sağladı. Kısacası ben neredeyse koca bir sezon Fenerbahçe Genç Takım oyuncusu olarak GS Takımı ile çalıştım. Böyle bir şey artık mümkün değil. Sakatlandığımızda bizi tedavi eden rahmetli Yorgo Tagar – Baba Yorgo- da GS takımının masörüydü zaten.

1962/63 ve 1963/64 sezonları sonunda iki kez Basketbol Genç Milli Takım kadrosuna seçilmiştim. Koçumuz efsane isim Yalçın Granit idi. Ancak okulum nedeniyle turnuvalara katılamadım. 1964/65 sezonunda artık Fenerbahçe A-Takımında oynuyordum. O sezon sonunda namalup İstanbul şampiyonu olmuştuk. Askerlik görevimi yaparken iki yıl boyunca Deniz Harp Okulu Basketbol Takımıyla lig maçlarına çıktım. 1969/70 yıllarında ise Basketbol Ordu Milli Takım kadrosuyla Ankara’daki Muhafız Alayındaki kampa katıldım. Terhis olunca burada da milli müsabakalara katılamadım. Ancak daha sonra milli formayla yarışma şansını atletizm yaparken elde ettim. 

B. YUMRUKAYA: Atletizme nasıl geçiş yaptınız? 100 metre ve 200 metre Türkiye rekorlarınız kaç yıl sonra kimler tarafından kırıldı?

O. AYDIN: 1965 sezonu sonuna doğru İstanbul Spor Sergi Sarayı salonunda oynadığımız bir FB/GS maçı sırasında sakatlandım. Bu ciddi bir diz sakatlığı idi. Zaten bir yıl sonra, yani 1966 sonbaharında menisküs ameliyatı olmak zorunda kalmıştım. İşte, 1965 yılı basketbol sezonu bitiminde -genellikle Mayıs sonu olurdu- Fenerbahçe Kulübü Atletizm Şubesi Basketbol Şubesinden atletizm takımı için takviye istiyor. Basketbol A-Takımımızın koçu Samim Göreç’de, şanssız bir sakatlık yaşadığımı bildiği halde, belki de bu sakatlıkla artık işine yaramayacağımı düşündüğüden olsa gerek, Fenerbahçe Yöneticilere benim adımı veriyor. O arada Haziran ve Temmuz aylarını dinlenerek geçirince dizimdeki ağrılar da kalmamıştı. Beni kulübe çağırdılar ve lisansımı atletizm takımında yarışacak şekilde değiştirdiler.

Ağustos ayı içinde Ankara’da yapılacak Türkiye Atletizm şampiyonasına mümkün olduğunca fazla sporcuyla katılmak istediklerini, böylece takım olarak daha fazla puan toplama şansları olduğunu söylediler. O yıllarda yapılan puanlı atletizm yarışlarında sonuncu bile olsanız ‘bir’ puan kazanıyordunuz. Onun için her branşta birden çok atletle yarışılırsa puanları artırma imkanı da o kadar fazlalaşıyordu. Tabii ki, en büyük rakip yine GS atletizm takımıydı. Hedefleri GS’dan fazla atletle yarışlara katılmak idi. Beni hangi yarışlara sokmayı düşündüklerini sordum. Basketbol koçunun benim için iyi sıçrar dediği için, uzun atlama branşını uygun görmüşler o zaman, ancak yarışlar sırasında oturup beklememi tembih ettiler. Bir sakatlanan olursa onun yerine de yarışabilirmişim. Özetle, FB atletizm şubesi için lisansım çıkmıştı, ancak kimse benim hangi branşta yarışacağımı bilmiyordu.

1965 Ağustos’unda Ankara’ya gidip, bir kişiyi bile tanımadığım atletizm topluluğu içinde, oradan oraya sürüklenmem, kimsenin en küçük bir açıklama dahi yapmadan, beton basamaklar üzerinde 48 saat oturtulup bekletilmem, bana unutamadığım bir aşağılama olarak yansıdı. Lisansımın atletizm branşına göre düzenlenmiş olmasına rıza gösterdiğim için kendime kızıyordum. Pişman olmuştum, ama artık geçti, olan biteni geri çeviremezdim.

O hafta, Türkiye Atletizm Şampiyonasında ben dahil, hiç kimsenin beklemediği gelişmeler oldu. Yukarıda anlattığım ruh haliyle sahadaki yarışları canı sıkılarak sessizce izlerken yanıma bir FB’li idareci geldi ve 400 metre koşacak olan atletin ısınırken sakatlandığını, onun yerine benim koşmamı istediklerini, zaten ismimi de yarış protokolüne bildirdiklerini söyledi. Böylece uzun atlama branşında yarışmak için geldiğim Türkiye Şampiyonasında 400 metre koşacaktım.

İdareci beni atletizm antrenörü olduğunu söylediği biriyle tanıştırmıştı. O bana gerekli yarış taktiklerini verecek imiş. Bu kişi yarıştan önce beni aldı ve pistin yanına götürdü. Kendisine daha önce pistlerde hiç koşmadığımı, atletizm yarışlarını ilk defa orada seyrettiğimi, depar takozunu nasıl ayarlayacağımı bilmediğim gibi, 400 metre yarışının nerede başlayıp nerede bittiğini de bilmediğimi söyledim. Bana hızla açıklamalarda bulundu, çünkü fazlaca vaktimiz yoktu. Yarış başlamadan önce biraz koşup ısınmam gerektiğini, bunu saha kenarında yapabileceğimi söyledi. Üstelik 400 metre tam bir turmuş, şaşırmam mümkün değilmiş. Burada başlayacak, burada bitecek dedi. Benim önümdeki kulvarda GS’lı atlet koşacakmış. Mehmet Geşaş adlı bu atlet A-Milli takımında 400 metrecisiymiş. O anda Türkiyenin en iyisiymiş. Geşaş Afrika kökenli siyahi bir koşucuydu. FB’li antrenörün bana verdiği müthiş taktik de şuydu: “ Bak”, dedi “ Şu önündeki arabı geçeceksin, o kadar!”

Sonradan öğrendim ki, bana bu taktiği veren antrenör 1950’de 200 metreyi 22,1 saniyede koşarak Türkiye rekoru kırmış ve bu rekor 15 yıl (yani o güne kadar) kırılmamış. Adı Doğan Acarbay’mış. İşte atletizm camiasında ilk tanışıp konuştuğum kişi Doğan Bey olmuştu böylece. Sonra da gazetelerden benim antrenörüm olduğunu öğrenecektim. Beni kendisinin nasıl keşfettiğini anlatan demeçleri Milliyet Gazetesinde yayınlanmıştı.

O gün hayatımın ilk pist yarışı başladığında aslında içimde en ufak heyecan yoktu. Favori değildim, kimse benden bir şey beklemiyordu, 400 metre sürat yarışının atletizmin en zor branşı olduğunun da bilincinde değildim. Oldukça rahattım. Çekilen kura gereği dış kulvarda koşacak olan Geşaş benim epeyce ilerimdeydi. Aklıma Doğan Beyin verdiği taktik geldi, ben de yarış başladıktan kısa bir süre sonra GS’lı atleti yakalayıp geçtim. İkinci 100 metrede artık önde koşuyordum. Sprinter yeteneğimin olup olmadığımı bilemediğimden süratimi kontrol etmeden, içimden geldiği gibi koşmaya devam ettim. Arkamdaki ayak sesleri kesilmişti, ancak seyircilerin oturduğu tribünlerde bir hareketlilik farkediliyordu. Bazıları ayaklanmış, yarışı öyle izliyordu. Seyredenler arasında o gün Başbakan olan Suat Hayri Ürgüplü ve Atletizm Federasyonu başkanı Naili Moran vardı. Protokol tribünü de ayaktaydı. Ben ne olduğunu anlamadan son düzlüğe geldim. Ancak yarışın bitmesine 60..70 metre kala artık koşamıyor, yalnızca yürüyerek bitirmeye çalışıyordum. Yarıda bırakmak aklımdan dahi geçmedi, ama bayılmak üzere olduğumu hissediyordum. Gözüm bitişte oturan hakemleri görüyor, gerisi beyaz buluttan ibaretti. Bu bulutun içinden geçip, bitiş çizgisinin ötesine geldiğimde yere kapaklandım. Gözlerimi açtığımda bir odada yatıyordum. Başımda beyaz önlüklü insanlar vardı. Ben konuşmaya başlayınca endişeli yüzleri kayboldu. Onlar da benimle konuşmaya başladılar. İlk yarışım böyle sonuçlanmıştı.

Sonradan şunları öğrendim: Tutulan ara kronometreye göre ben ilk 200 metreyi 21,8 saniyede geçince, Federasyon Başkanı, bunun 15 yıldır kırılamayan Türkiye rekorundan daha iyi bir derece olduğunu söylemiş ve benim kim olduğumu sormuş. Rekoru atlet olmayan biri kırmıştı. Eğer 200 metre yarışı olsaydı bu koşulan, rüzgar şiddeti ölçülüp, rekor tescili de yapılırdı, ancak 400 metre koşulurken bu derece elde edildiğinden elbette 200 metre Türkiye rekoru olarak kabul edilmeyecekti. Daha sonra ilk koştuğum 200 metre yarışında o da oldu zaten. Yarışta Geşaş beni son anda geçmiş, kendisinin en iyi derecesini yapmış söylenene göre. Ben son yetmiş metreyi yürüyerek tamamlayabildiğim için, arkadan gelip bana yetişmiş ve son metreler içinde de geçip birinci olmuştu. Ben ise ikinci olup FB’ye bir yerine beş puan kazandırmıştım.

Böylesi tuhaflıklarla dolu bir Ankara seyahati sonunda basketboldan atletizme sprinter olarak geçiş yapmıştım. Bu yaşananlardan sonra FB’nin idarecileri ilgilerini eksik etmediler tabii.

Benim 1965’de Kahire’de, o zamanki adıyla ‘Birleşik Arap Cumhuriyeti’ ile yaptığımız ikili yarışlarda 21,8 saniye koşarak kırdığım 200 metre Türkiye Rekorunu Taner Demir 1968’de 21,7 koşarak kırmıştır. 1969’da Milli Takım seçme yarışlarında 100 metre yarışında 10,5 saniye koşarak ortak olduğum (egale) Türkiye 100 metre rekorunu, 1984’de Şükrü Çaprazlı 10,4 koşarak kırmıştır. 

B. YUMRUKAYA: Değirmencilik mesleğinin seçimi nasıl oldu? 1968’de eğitim aldığınız Almanya’daki meslek okulundan biraz söz eder misiniz?

“BABAM NECİP AYDIN, ‘BU OVADA PARA KAZANDIK, YATIRIM YAPACAKSAK BURAYA YAPALIM’ DEDİ"

O. AYDIN: 1966 yılında liseyi bitirdikten sonra, nasıl bir meslek edineceğim sorusunun yanıtını aramaya başladım. Babamın mimarlık mesleğini seçmiş olması dışında, büyük aileye baktığımızda amcalarımın da inşaat mühendisi olduklarını ve kardeşlerin birlikte Türkiyenin önemli inşaat işlerini yürüttüklerini biliyordum.

Babam Yüksek Mühendis Mektebini (bugünkü İTÜ) 1939 yılında bitiriyor. O tarihlerde ailelerin büyük hedefleri arasında çocuklarının okuyup mühendis, ya da doktor olması vardı. Bu mesleklere ilgi 1970’lere kadar sürdü. Daha sonra elektrik, elektronik eğitimi öne çıkmaya başladı, çünkü 30’lu yıllarda yol, kanal, baraj yapımı gibi devlet yatırımları bu meslekleri gerektirirken, sanayileşen Türkiye ile birlikte elektronik ve otomasyon konularında uzman kişilere olan ihtiyaç arttı, böylece meslek seçimlerinde tercihler bu yönlere kaydı.

60’lı yılların başında ben de önceki neslin tercihlerinden etkilenerek, mühendis olmam gerektiğini düşünmüş olacağım ki, lise birinci sınıftan başlayarak yaz tatillerinde inşaat şantiyelerine gidip çalıştım. Bunlar DSİ’nin kanal inşaatlarıydı genellikle. Önce Bafra Ovası kurutma kanallarının inşaatında, sonra Niğde Aksaray sulama kanallarında çalıştım. Bu süreç 15 yaşımla 18 yaşıma kadar böyle yaşandı. İnşaat işlerinin ve şantiye hayatının bana çok fazla deneyim kazandırdığının farkındaydım. Arazide çıkan sorunlara pratik çözümler bulmak, gece gündüz çalışarak ortaya yararlı işler çıkarmak son derece tatmin edici işlerdi. Çeşitlilik fazlaydı ve hiç sıkılmıyordunuz. Bir gün kepçenin mili kırılır, tornacının peşinde koşarsın, ertesi gün işçi çadırlarının yer değiştirmesi gerekir, ona yardım edersin. Sabahın beşinde arazide çalışanlara bidonlarla içme suyu, çuvallarla ekmek taşırsın. Bunun gibi onlarca farklı meselenin bir ucundan tutup, yararlı olmaya çalışırsın. Ancak bir süre sonra farkettim ki, bunları yapmak için yıllarca teknik üniversitede dirsek çürütüp mühendis olmaya gerek yok. Biraz disiplin, çalışkanlık, sorumluluk taşımak ve sosyal yaşamdan fedakarlık şantiye işleri için yeterliydi.

Anladım ki, benim arzu ettiğim böylesi bir meslek değil. Daha fazla uzmanlık, bilgi, araştırma, gözlem gerektiren işlere merakım vardı. Böylece ailenin kurucusu olduğu bir un fabrikasında belli bir süre kalıp, meslek seçiminde son kararımı vermeden önce bir sınai tesiste işlerin nasıl yürütüldüğünü görmek istedim.

Bu sektörün uzmanlık alanının adını koymak gerekirse, “Tahıl Teknolojisi Uzmanlığı” denilebilir. O günlerde araştırarak bu mesleğin nasıl bir eğitimi gerektirdiğini öğrendim. Böylece alanında dünyada iki merkezden biri olan Almanya’nın Braunschweig kentindeki kısa adı DMSB olan meslek okulunu buldum. İkincisi ise ABD’nin Kansas şehrindeki üniversitede. Almanyadaki okul 1881’de Halle şehrinde kurulmuş, sonra Dresden şehrinin yakınlarındaki Dippoldeswalde’ye taşınmış. Savaştan sonra ise 1949 yılında tarıma dayalı sanayinin ünlü makine fabrikası MIAG’ın da bulunduğu Braunschweig şehrine gelmiş. Bugün de devlet sınavları sonucu mezun olabileceğiniz bu meslek okulu 140. Yılını geride bırakmıştır. Kansas State Üniversitesinin bünyesinde yer alan benzer eğitim merkezi DMSB’den çok sonra kurulmuştur. Ders programlarını ve sistemi de Almanyadaki söz konusu okuldan esinlenerek gerçekleştirmiştir.

Tahıl Teknolojisi ile ilgili okullar, ham maddesi tahıl olan her türlü sınai tesisin üretim teknolojisinin, proses (diyagram) teknolojisinin, tahıl kimyasının, depolama tekniklerinin, taşıma ve transport tekniklerinin eğitiminin verildiği yerlerdir. Mineraller hariç (çimento ve madencilik gibi) öğütme, temizleme, tavlama, kurutma, ezme, dozajlama, presleme, torbalama, karıştırma, homojenleştirme gibi özel alanların teknolojileri öğretilir. Ek derslerle kahve değirmenciliği (kavurma/öğütme), bitkisel yağ değirmenciliği (ayçiçek/pamuk/soya gibi yağlı tohumların işlendiği tesisler) ile ilgili teknolojiler, makarna/irmik gibi ham maddesi tahıl olan bütün alanlarda bilgilendirilirsiniz. Bir ana meslek dalı olarak da karma-yem sanayi ile ilgili üretim teknolojileri, makine ve malzeme bilgisi eğitimi alırsınız.

Ancak bu kadar özetleyebileceğim bir meslek alanıdır. Türkiyede eğitimi verilen gıda mühendisliği, ya da ziraat mühendisliği ile akraba bir meslek eğitimi olmasına karşın, uzmanlık alanı epeyce farklılık gösterir. Bu okullardan mezun olabilirsiniz, ancak daha da önemlisi ilgili sektörde çalışıp uzmanlaşmanızdır. Ben mesleğimin dışına çıkmadım; kendi alanımda uzmanlaşmaya yöneldim, elli yıldan fazla bir süre de mesleki araştırmalarımı sürdürüyorum. Geniş bir mesleki kitaplığım var. Almanca ve İngilizce dillerinde yayınlanan ve düzenli çıkan dergi ve makalelerden oluşan değerli bir arşivim var. Teknolojiyi izlemezseniz, onu ne uygulayabilirsiniz, ne de üretebilirsiniz.

Bu meslek okulunun adının “ Alman Değirmencilik Okulu” olmasının nedeni 140 yıl önce “tahıl teknolojisi” diye bir kavramın ve bunun uzmanlığının olmamasından kaynaklanıyor. Geleneklerini sürdürme konusunda her zaman titizlik gösteren Alman toplumu 1881’de ve daha sonra 1887 yılında Dippoldeswalde (Dresden civarında) DMD olarak adlandırılan, yani açık adıyla “Deutsche Müllerschule Dippoldeswalde” adına sadık kalarak, okul 1949’da Braunschweig kentine taşınınca “Deutsche Müllerschule Braunschweig” anlamında DMSB kısaltmasını kullanmışlardır. Buradaki ‘M’ harfi Müller sözcüğünden kaynaklanmaktadır, bu da ‘değirmenci’ olarak çevrilebilir.

Meslek insanlık tarihi kadar eski, ancak günümüzdeki kapsama alanı çok geniştir. Adı bizi yanıltmasın. 

B. YUMRUKAYA: Yatırımlar neden Eskişehir’de yapılmıştır?

O. AYDIN: Aile büyüklerimizin, yani bizden önceki neslin, yatırım için Eskişehir’i seçmiş olmalarının nedeni 1949-1953 arasında babam M.Necip Aydın’ın kardeşleriyle birlikte DSİ’nin projelendirdiği “Porsuk Nehri İslah Çalışmaları” nı üstlenip, gerçekleştirmiş olmalarıdır. Eskişehir’le başkaca bir bağlantımız bulunmamaktaydı. Babamın kardeşlerine: “ Bu ovada para kazandık, yatırım yapacaksak buraya yapalım...”, dediğinde, kimse itiraz etmiyor ve böylece 1952’de hem Mühendisler Un San. ve Tic. A.Ş.’ni kuruyorlar, hem de Eskişehir’in o yıllardaki en büyük özel sektör yatırımı olan Çimento Fabrikasının büyük ortağı olarak (1/6 nisbetinde) bu girişime destek oluyorlar. Daha sonra da Eskişehir Valiliğinin telkini ve direktifleriyle Eskişehir Yem Sanayi A.Ş.’nin kuruluşunu tamamlayacak organizasyonu üstleniyorlar.

Benim yatırım yeri olarak 70’li yıllarda Eskişehir’i seçmemin nedeni, irili ufaklı birçok yan faktörün yanında, ağırlıklı olarak bu kentte bir Organize Sanayi Bölgesinin bulunmasıydı. 1976-1980 arasında gerçekleştirdiğimiz karma yem fabrikası yatırımı, bugüne kadar üretimini aralıksız sürdürmüştür.

Türkiye’de “AB” ve “Ulusal Sanayi” konuları ESO'dan sorulurdu. 

B. YUMRUKAYA: Eskişehir Sanayi Odası’ndaki (ESO) geçmiş çalışmalarınızla ilgili neler anlatabilirsiniz? ESO’nun o yıllarda kamu oyunda ses getiren Avrupa Birliği ve Türkiye Ekonomisiyle ilgili görüşleri neydi? ESO’nun son yıllardaki çalışmalarını değerlendirebilir misiniz?

O. AYDIN: ESO’nda 36 yıla varan, uzun sayılabilecek bir süre Meclis üyesi olarak görev yaptım. Bunun onbir yılı Yönetim Kurulu üyeliği ve Başkan Yardımcılığı ile geçti. Eskişehir’e 71 yılında İstanbul’dan gelip yerleştim ve o yıllardan bugüne kadar üç farklı sanayi kuruluşunda yönetici olarak çalıştım. Demek ki, 50 yıldır Eskişehir’de iş hayatının içinde bulunmuşum.

1974 yılında rahmetli Mümtaz Zeytinoğlu’nun ESO’da yönetimi gençleştirme önerisi taraftar bulunca, yaşlı kurucu grup kenara çekildi ve genç müteşebbis sanayiciler mecliste insiyatifi ele aldılar. Öncüleri Mümtaz Bey’di. Bu çerçevede ben de 28 yaşımda Oda meclisine girmiş oldum. 1974-1979 arasında, beş yıl süreyle çok hareketli ve iddialı etkinlikler arka arkaya gündeme geldi. Türkiye o yıllarda siyasi ve ekonomik darboğazları aşmak için yoğun çaba gösteriyordu. 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra siyaset takımının toparlanması kolay olmadı.

1974 yılının koşullarının 2021’den epeyce farklı olduğunu biliyoruz. Sınai yatırımların yapılabilmesi için organize sanayi bölgelerinin kurulması belirleyici bir hedefti. ODA yönetimi bu nedenle önceliği bu projenin gerçekleşmesine verdi. Yer bulundu, kredi sağlandı, kamulaştırmalar yapıldı, alt yapı tamamlandı ve yatırımcılara çağrı yapıldı.

O günlerde ODA Yönetimi bir durum tesbiti yapmış, buna göre de bir strateji belirlemişti. Şöyle özetlenebilirdi: ‘Eskişehir’de sınai yatırımları gerçekleştirecek yeterli sermaye birikimi yoktu. Kentin limanlarla bağlantısı sorunluydu. Büyük merkezlerle olan kara ve demiryolu bağlantısı çok yetersizdi. Siyasi kadrolar ihtiyaç duyulan projeler konusunda epeyce yetersiz kalıyorlardı.’

Belirlenen stratejinin özü şuydu: ODA olarak iki güçlü lobi oluşturulacaktı. Biri büyük sermayeyi çekebilmek için İstanbul’da çalışma yapacak. İkincisi, Devletin imkanlarını kentin (alt yapı/yol/ teşvik gibi) temel ihtiyaçlarının karşılanması için Ankara’da çalışmalar yapacaktı.

Stratejinin diplomatik iki ayağı daha vardı. Biri Avrupa Birliği’ndeki gelişmeleri izlemek ve sanayici açısından bunların değerlendirilmesi; ikincisi ise biraz anlaşılması, izlenmesi zor, siyaseten karmaşık bir yapısı olan “Ulusal Sanayi” meselesi idi. Son saydığım iki başlıkta da, yani “AB” ve “Ulusal Sanayi” konularında ESO Türkiye’de iddialı bir konumdaydı. Bu işler adeta Eskişehir’den sorulur hale gelmişti.

74’de çizilen stratejinin yatırımlar açısından kentimize getirisi olmuştur. O yıllarda OSB’de 15..20 fabrika faaliyet gösterirken, bugün için bu sayı 500’ü bulmuştur. Birkaç milyon dolar ihracat yapılırken, bugün milyar dolardan söz ediyoruz. İstihdam artışı da bu gelişme çerçevesinde neredeyse elli kat artmış ve 45 bin çalışana çıkmıştır.

Ancak, her ne kadar çizilen stratejinin ilk kademesinde, yani İstanbul/Ankara hattındaki etkin çalışmalarda ODA meclisi tümüyle ikna olmuş ve katkısını esirgememişse de, ikinci kademede ele alınan Avrupa Birliği ve Ulusal Sanayici tartışmalarında katılımcı olamamış, daha çok seyirci konumunda kalmıştır. Bu karmaşık konular onun günlük hayatında pek karşılık bulmadığı için de, Meclisteki tartışmalarda yalnızca tasdik mercii durumuna düşmüştür. Bir süre sonra Türkiye kamu oyunda ve siyasi arenada bu konular Mümtaz Zeytinoğlu ile özdeşleşmiştir. Basın bu konularda doğrudan kendisiyle muhatap olurdu ve özellikle İstanbul medyası bu konuları biraz magazin haline getirmiş, işin özü tartışılmaz olmuştu. Maalesef ODA Meclisinde de AB ve şöhretimizi borçlu olduğumuz “Ulusal Sanayici” konumu yeterince tartışılmadı.

Başta da belirttiğim gibi, iddialı etkinlikler daha çok Mümtaz Zeytinoğlu’nun entellektüel birikimi ve renkli kişiliği çerçevesinde şekilleniyordu. Bunların ODA Meclisinde tartışılabilmesi için üyelerimizin her birinin 70’li yılların dünyada ve Türkiye’de kabaran yeni siyasi akımlarını izliyor ve Avrupa diplomasisinin hedeflerini analiz edebiliyor olması gerekirdi. Böylesi bir açılıma ne imkan, ne vakit, ne de gerek vardı. Ama Mümtaz Bey olağanüstü enerji harcayarak, önceki deneyimlerinden de faydalanarak bu saydığım konulurda Türkiye ortalamasının çok üstünde bir yetkinlik sergiliyordu. Bu tarz onun yaşam biçimine de denk düşüyordu ve bu etkinlik ona keyif veriyordu diyebiliriz. Tabii Devletin de dikkatini çekiyordu bütün bunlar ve gelişmeleri yakından izliyorlardı.

Şunu söylemek yerinde olur, ESO’nun özellikle AB konusunda söz sahibi olmasının bir nedeni Mümtaz Beyin özellikleri ise, diğer nedeni, ki bence bu daha da belirleyicidir, siyasetçilerin tembellikleri, umursamazlıklarıdır. Biz Mümtaz Bey’le Türkiye’yi Avrupa Birliği tam üyeliğine götürecek olan Ankara Andlaşmasını inceleyip, notlar alırken, birden aklımıza geldi ve şu soruyu sorduk kendi kendimize: Bu ülkenin Lozan’dan sonra, o güne kadar imzaladığı en önemli andlaşmalardan biri olan söz konusu metin Ankara’da nasıl değerlendirilmişti?

Araştırdık, önemli siyasetçilere danıştık, hatta metnin altında imzası olan vekilleri bulduk ve şunu öğrendik: Metni baştan sona kimse okumamıştı! İmzalayanlar dahil…

Bizim o günlerde bu konularda öne çıkmamızın nedenini işte, “Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler...” darb-ı meseline fazlasıyla uymaktadır.

Bugün artık hiçbir konuda durum böyle olmadığı için, ESO’ya dönüp: “Eskiden ESO çok etkindi de, şimdi niye öyle değil ?”, diye sormak anlamsız olacaktır.

Açıklığa kavuşmamış, AB meselesinden daha da karmaşık bir tartışma konusu, ESO’nın “Ulusal Sanayici”nin temsil ettiği bir kurum olmasıyla ilgilidir. Ancak bu konu söyleşi kapsamında anlatılamaz, çünkü çok boyutlu ve kapsamlıdır. Bir yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasından 90’lı yıllara sarkan iç ve dış siyasetini ilgilendirirken, diğer yandan ilginç nedenlerle Eskişehir’in siyasi tarihini ilgilendirmektedir. Umarım uzman bir tarihçi bunun kitabını yazar.

Şu kadarını söyleyebilirim, konu komintern tarihinden, son dönem Osmanlı tarihine ve TBMM’nin kuruluş aşamasındaki siyasi olaylara kadar gidebilir. Türkiyede feodal yapının ve mütegallibenin güçlü olduğu tarihlerde ulusal burjuva uç verebilir miydi? Ya da bizde böyle bir sınıf var mıydı, var idiyse siyasi temsilcisi kim idi? Kurtuluş savaşında yabancı güçlere karşı savaşan bir burjuva sınıfından söz edilebilir mi? Yoksa bunlar işbirlikçi durumunda mıydı? Özellikle tefeci, bezirgan konumunda olan güç sahibi kişiler ile finans kapital temsilcisi sınıflar cephede yabancı işgale direnmiş de “ulusal burjuva” sıfatını mı haketmişlerdir?

Hangi uluslararası rekabet bizim milli sermayenin işini bozmuştur da, ona karşı antiemperyal bir duruş sergilemişlerdir. Ulusal burjuva sınıfından söz edebilmek için, Osmanlının son döneminde öne çıkan sermaye sınıfının antiemperyal ve antifeodal özelliği olmalıydı. Böyle bir bulgu yok. Daha çok emperyal güçlerle işbirliğini kollayan bir sınıf söz konusudur. İşte bu sorular yanıtlanmaya başlayınca mesele de aydınlanabilecektir. Bütün bunların ESO’yla ilgisi olmadığı da ortaya çıkacaktır.

Böylesi karmaşık meselelerle ESO Türkiye’de gündemi işgal ettiği yıllarda ben ODA Meclis üyesi idim. Özellikle “Ulusal Sanayici” yakıştırması beni rahatsız ediyordu. Tartışma platformu olarak ESO Meclisini bilinçli olarak tercih etmedim, çünkü bu konu meclis üyelerimizin büyük çoğunluğunun ilgi alanına girmiyordu. Eğer orada bunu tartışmaya açsaydım, konu Mümtaz Bey’le benim aramda geçecek bir tartışmaya dönüşecekti, bu da diğer üyeler için hem sıkıcı olacaktı, hem de onlara karşı düşüncesizce davranmış olacaktım. Kaldı ki, Mümtaz Bey’le baş başa kaldığımızda bu meseleyi enine boyuna görüşebiliyorduk. Onun konuya ideolojik yaklaşması nedeniyle fazla ilerleme kaydedememiştik. Kendisini ikna edememiştim. Biraz konuya angaje olmuş bir hali vardı. Ancak İstanbul’da yayınlanan ilgili dergilerde ve ortamlarda yukarıda sıraladığım sorular çerçevesinde konuyu sürekli tartışma ortamına taşıdım. Yukarıda sözünü ettiğim gibi, konunun ESO’yla doğrudan bir ilgisi olmadığı için de, bu tartışmalar konunun doğrudan muhatabı olan siyasi kanatla yapılıyordu. Doğrusu da buydu.

Konunun Mümtaz Zeytinoğlu boyutu ise, kendisinin 1979 Şubat ayında trafik kazası sonucu Ankara yollarında vefat etmesiyle birlikte karanlıkta kalmaya mahkum olmasıydı. Bu konuda tahmin yürüterek, yakıştırmalarda bulunanlar olabilir. Söylenecekler spekülasyondan öteye geçmez.

ODA’nın son yıllarda yürüttüğü faaliyetlere gelirsek, izlediğim kadarıyla bunlar çeşitlilik arz etmekte ve daha çok güncelde kalmaya özen gösterilmektedir. Yeni iletişim araçlarının da etkin kullanımıyla hemen her gün bilgilenmemiz mümkün oluyor. İletilenler sanayicilerimizin işine yarayabilecek pratik bilgilerden oluşuyor. ODA daha çok üyesine hizmet vermeye odaklanmış durumdadır. Görebildiğim budur. EOSB yönetimi de aynı tarzda çalışmaktadır, ancak bu onun doğal çalışma alanıdır, çünkü somut olarak bölgedeki sorunlarla ilgilenmesi gerekmektedir.

-SON-

Yorumlar (3)
Rahmi Emeç 2 yıl önce
Güzel bir söyleşi olmuş... Çocukluk yılları, o dönemki İstanbul, özel okulların dünü bugünü, atletizm ve 15 yıl kırılamayan rekor... Söyleşinin başındaki cumlenden el alarak, 68 gençlik hareketi, sonuçları ve günümüz gençliğine bıraktıkları nelerdir, dinlemek isterdim. Tabii Alman edebiyatı, dünden bugüne bizim edebiyatımız... Türkiye'nin günümüzde Avrupa'daki yeri...90'ların başında globalleşme, sınırların ortadan kalkacağı propagandaları ve tabii egemenlerin yeni bir paylaşım yarışına girmesi, göç ve savaş batagı içinde dünyanın nereye doğru evrildiği ve bu "tek kutuplulugun" vaatleri, sonuçları üzerine görüşlerini dinlemek isterdim.
Rahmi Emeç 2 yıl önce
Sınırlar kalkacak öngörüsü varken, sınırların "namus" haline gelişi...sermayenin "sınırsız" dolaşımı, bunu yaparken kendi yasalarını da götürmesi, emegin daha fazla örgütsüzlüğü, sosyal devletin "korumacı" tarafının törpülenmesi, iğneden ipliğe yaşamın her alanının metalasması...
Bir de İstanbul nereye gidiyor, hepimiz merak ediyoruz...
Size ve Orhan Beye teşekkürler.
Cengiz akinci 4 ay önce
Atletizm milli takımından sevgili arkadasim, birlikte nice güzel gunler geçirdiğimiz sevgili dost.....
Bütün egitimsel birikim ve avantajlarını rağmen o mutevazi kişilik.....
Neden diye merak ettiğim konu ise, siyasete soyunmamasi....
Inaniyorum, ülkemiz çok mütevazi ve aynı zamanda liyakatli bir siyasetçi kazanmış olurdu.
10
açık

Gelişmelerden Haberdar Olun

@