banner298

banner194

15.07.2021, 11:58

15 Temmuz’un 5. yılında demokrasinin ahvali

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, 5 yıl önce, 15 Temmuz 2016’da seçilmiş iktidara karşı başarısız bir darbe girişimine tanık olduk. Milli iradeye karşı bu darbe girişiminin her kesimden vatandaşların tepkisi ve desteği sonucu başarısızlıkla sonuçlanması Türk siyasi tarihinde değerli bir sayfa olarak yer alacaktır. Elbette o gece, bazı mıntıkalarda kafalarımızda soru işaretleri uyandıran bazı gelişmelerin de yaşandığı rivayetleri vardır. Ancak bu yazının konusu olmadığı için şimdilik bunları tarihin gelecekteki muhakemesine havale etmemiz gerekmektedir. 

15 Temmuz darbe girişiminin vatandaşların katılımıyla bertaraf edilmesi sebebiyle, her yıl bu günün Demokrasi ve Milli Birlik Günü olarak anılması devletçe uygun görülmüştür. Bu anlaşılabilir ve makul bir durumdur. 15 Temmuz’u izleyen günlerde zaten her kesimde  kalıcı bir biçimde hukukun üstünlüğünü ve insan hak ve özgürlüklerini teminat altına alacak düzenlemelerin muhalefet-iktidar işbirliğiyle yapılması talebi ve beklentisi vardı. Dolayısıyla 15 Temmuz’un Demokrasi ve Milli Birlik Günü olarak anılması bu talep ve beklentiye de uygun düşen bir karardır. Ancak maalesef bu beklenti çok kısa ömürlü olmuştur. Bunun sebebi de, iktidarın darbecilerle hesaplaşma sürecini adeta kendisinin gücünü sarsılmaz bir biçimde pekiştirme yolunda bir vasıta olarak görmesi olmuştur. 

15 Temmuz sonrası iktidar-toplum ilişkilerine, kuvvetler ayrımının hukuki ve fiili olarak yeniden yapılandırılış biçimine ve iktidarın siyasete yaklaşımına bakıldığında “demokrasi ve milli birlik” olgusuyla bağdaşmayan bir manzarayla karşı karşıya bırakıldık. Daha doğrusu AKP-MHP iktidar bloğu “demokrasi” ve “milli birlik” olgularına, bu kavramların mahiyeti gereği değil, güç temerküzü açısından yaklaştı. Sonuç olarak da bugün ortada demokrasi yok, otokrasi var. Milli birlik yerine de payımıza düşen daha çok kutuplaşma oldu. 

Bugünün realitesi otokrasi ve kutuplaşma olduğu halde iktidar hâlâ ironik bir biçimde demokrasi ve milli birlik söyleminden vazgeçmemektedir. Ayrıca bu söylemi “CeHaPe zihniyeti” olarak simgeleştirdiği muhalefete yönelik bir ötekileştirici söylemle takviye etmektedir. Lakin iktidarın demokrasi ve milli birlik söylemi ve “CeHaPe zihniyeti” sembolizmi oldukça indirgemeci bir mantıkla ve tamamen otoriter bir anlayışa göre bir araya getirilmiş öğelerdir

İktidar söyleminde “CeHaPe zihniyeti” üzerine vurgunun sebebi, geçmişte toplumsal ve siyasal baskılarıyla zihinlerde yer etmiş Tek Parti Yönetimi otoriterliğini hafızalarda sürekli canlı tutma isteğinden kaynaklanmaktadır. Bu dönemde devlet’le CHP özdeşleşmiştir, yani içiçe girmiştir. Bu bir çeşit bugünleri takdir etmek için korkutma amacıyla geçmişi hatırlatma taktiğidir. Ancak Ak Parti lideri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu döneme referansı hep İsmet İnönü’yle sınırlıdır. Pragmatik sebeplerle Atatürk hariç tutulmaktadır. Böylece İsmet İnönü’yü şeytanlaştırma üzerinden bir baskıcı Tek Partili Yönetim sembolizmi oluşturulmuştur. Ayrıca 1970’lerin CHP iktidarı döneminde yaşanan kuyruklar ve yokluklarla ve 28 Şubat döneminde yaşananlarla da bu sembolizm güçlendirilmiş ve daha uzun bir zaman dilimi üzerine de yayılmıştır. Bu sembolleştirme bir bir hınç ve kin nesnesi olarak da bir işlevselliğe sahiptir

Kısaca, “CeHaPe zihniyeti” derken kasıt büyük ölçüde devlet’le parti’nin özdeşleşmiş olduğu bir baskıcı rejime referansta bulunulmaktadır

Bağımsızlık mücadelesinde Cezayirli direnişçiler safında Fransızlara karşı savaşmış Martinikli düşünür ve psikiyatrist Frantz Fanon parti-devlet bütünleşmesinin sonuçlarını şöyle izah eder: “Eğer bir parti iktidarla özdeşleşirse kendi batıl amaçlarına ulaşmanın, yönetimde bir iş elde etmenin ve terfi etmenin, rütbe kazanmanın ve bir kariyer sahibi olmanın en kısa yolu olur.” 

Kısaca, Fanon’a göre parti-devlet özdeşleşmesi liyakatın olmadığı ve kayırmacılığın hakim olduğu bir yönetim anlayışını icraata koymaktadır. 

Fanon’un ortaya koyduğu açıdan bakınca, işin gerçeği, bugün ülkemizdeki iktidar bizzat şeytanlaştırdığı bir yönetim anlayışını icraata dökmüş bir siyasi aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir başka deyişle bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak karşımıza çıkan Partili Cumhurbaşkanı Reislik sistemi, “CeHaPe zihniyeti” olarak bize sürekli hatırlatılan Milli Şeflik Dönemi’nin Tek Parti Yönetimi’nin yeni şartlarda cisimleşmiş halidir. 

Tek partili dönemde ülkemizde yönetim veya hükümet kendini “Milli Şef” kavramsallaştırmasıyla ifade etmiştir. Elitler ve müesses nizamdan menfaat temin edenler Milli Şef etrafında kenetlenmiştir. Bugün korkutulduğumuz budur. 

Ancak bu noktada iktidar bizi muazzam bir çelişkiyle de karşı karşıya bırakmaktadır: Bugün ülkemizde yönetim veya hükümet kendini “Reis” sembolüyle ifade etmektedir. Elitler ve müesses nizamdan çıkar sağlayanlar Reis etrafında kenetlenmiş vaziyettedirler. Dünün Milli Şef’inin bugünkü yansıması Yerli ve Milli Reis’in günümüzde bize yaşattığı bir İkinci Milli Şef Dönemidir. Bugün Türkiye her sabah uyandığında Yerli ve Milli Reis’in gece yarısından sonra aldığı kararları öğrendiği bir ülke durumundadır. Bizi CeHaPe zihniyetiyle korkutmayı bir marifet sanan Ak Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan bir yandan da günümüz Türkiye’sinin bir parti-devlet bütünleşmesi yaşadığını sık sık sanki bir marifet gibi itiraf etmektedir. 

Ak Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre “Türkiye ile AK Parti’nin kaderi adeta bütünleşmiştir”İşte Yerli ve Milli Reis’in ve partisinin milli birlikten anladığı da budur. Bir başka deyişle, Erdoğanizm’e göre milli birlik denilen şey bir parti-devlet bütünleşmesidir. Bu haliyle de aslında bizleri korkutmak için bizlere sürekli ölüm olarak gösterilen Tek Parti Dönemi icraatları ve anlayışıyla Erdoğanizm’in icraat ve yönetim anlayışı muazzam bir örtüşme göstermektedir çünkü her ikisi de otoriterdir. Hiç şüphe yok ki, devletle veya ülkeyle iktidardaki partinin kaderinin bütünleşmiş olduğu iddiası anti-demokratik bir bakış açısıdır. Hatta içinde faşizan bir nüve taşır. Ayrıca bu bakış açısı Ak Partili Cumhurbaşkanı’nın “yerli ve milli muhalefet yaratma” arzusu ve emeliyle birlikte düşününce daha da vahim bir hal almaktadır. Yerli ve milli olarak görmediği mevcut muhalefet partilerinden birinin liderine yapılan saldırıya da “bunlar daha iyi günleriniz” tepkisini vermesi, aslında Erdoğan’ın “CeHaPe zihniyeti” olarak kınadığı olgunun kendi yönetiminde ete ve kemiğe büründüğünün açıkça işaretleridir. Bu durum, açıkça kendini devlet(le bütünlüşmiş) olarak görme, hatta devletin sahibi olarak görme halinin bir tezahürüdür. Bu anlayışın bir yansıması olarak da muhalefeti illet, zillet, dış mihrakların uzantısı ve terör örgütlerinin taşeronu olarak göstermekte bir beis görmemektedir. 

Erdoğanist siyasetin icrasında seçimler sözde milli iradenin ifadesi ve demokrasi iddiasının tek göstergesidir. Ancak Erdoğan’ın Yerli ve Milli Reislik Rejimi’nde seçimler ve çok partililik tesis ettiği otoriter rejimin bir kamuflajı ve meşrulaştırıcısı olmaktan öte gidememektedir. Ülkeyi yöneten partiyle ülkenin kaderi bir olduğu gibi, bu partinin liderinin işbaşında olduğu hükümet de “tek kişilik hükümet”dir. Tek kişilik hükümet kavramı muhalifler tarafından mevcut iktidara yakıştırılmış değildir. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum “16 Nisan” adlı kitabında yürütme alanında karar yetkisinin “tek kişi”de, Cumhurbaşkanında toplandığını belirtir. Uçum bakanların görevlerinin sadece teknik nitelikte olduğunu kitabında izah eder. Bu tek kişilik hükümet sisteminde bildiğimiz manada bir “bakanlık kurulu” yoktur. Taha Akyol’un ifade ettiği gibi, “tek kişi” ister istemez duygularına, görüşlerine, sadakat anlayışına göre “çevre”sini de oluşturur. Dolayısıyla bugün İkinci Milli Şef Dönemi’nden veya Yerli ve Milli Reislik Rejimi’nden ve yahut da sadece bir “Erdoğan Rejimi”nden söz etmek yanlış olmayacaktır. 

Peki burada “demokrasi” (hatta bazen ileri demokrasi) iddiasının işlevi nedir? Demokrasi iddialarında iktidarın imdadına yetişen anahtar kelimeler “sandık” veya “milli iradede”dir. Yani seçim olgusu. 

Yalnız seçim demokratik bir rejimin bir gerekli şartıdır; fakat yeterli şartı değildir. Seçimlerin düzenlendiği ve birden fazla partinin varlığını sürdürdüğü, ama otoriter vasfı şüphe götürmez rejimler için geliştirilmiş ve ülkemiz için de geçerli olan (fakat yetersiz kalan) çeşitli kavramlar vardır: Seçimli otokrasi, rekabetçi otoriterlik, melez rejim ve plebisiter diktatörlük gibi. Ancak ülkemizdeki muhafazakâr makyavelist cambazlık kasıtlı olarak demokrasiyi seçimle sınırlandırır. Bunun basit bir sebebi var. 1945’ten beri ülkemizde geçerli olan çok partili “demokratik” hayat tecrübesi, vatandaşlarımızca demokrasinin bazı temel esaslarından biri olarak seçimin/sandığın içselleştirilmesini sağlamıştır. İktidarın seçimle/sandıktan çıkan oy  sonucu el değiştirmesi gerekliliği ülkemizde genel kabul görmüştür. Lakin toplum çoğunluğunun demokrasi algısı bunun ötesine de gidebilmiş değildir. 

Ülkemizde genellikle demokrasi sadece sandıktan ibaret görülmekte ve seçimleri kazanan partinin/kişinin her türlü yetkiyi kullanmasının hakkı olduğuna inanılmaktadır. Dolayısıyla iktidardaki partinin veya kişinin kuvvetler ayrılığı ilkesini ihlal etmesi iktidara destek veren kitleyi rahatsız etmez. Demokratik hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesi de genellikle bir sorun olarak görülmez.Yargı bağımsızlığının ayaklar altına alınması da bir mesele olarak görülmez. Hatta bu ihlaller hamasi bir söylem eşliğinde yapıldığında, vatanın bölünmez bütünlüğünün ve milli birliğin temininin mecburi bir şartı olarak algılanır.  Oysa “milli irade” sloganı arkasına sığınalarak demokrasiyi sandığa hapsetme hallerine “çoğunluğun tiranlığı” denir. Tipik özelliği de iktidar dışında kalmış kesimlerin ötekileştirilmesi ve düşmanlaştırılmasıdır. Millî güvenlikçi ve kutuplaştırıcı bir dil de bunların ayırtedici vasfıdır. 

Kanun hükmünde kararnamelerle yürütmenin yasama organının yetkisini gasp etmesi, hukuk kadrolarını kendi partizanlarıyla doldurarak yargıyı siyasallaştırması, medyanın % 95'ini iktidar tekeline alması, işine gelmeyen haberlere erişim engeli koyması, fikir hürriyetinin ciddi tahditler altında bırakılması, anayasal bir hak olan gösteri hürriyetinin sürekli ve keyfi olarak engellenmesi,  devlet memurlarının fikirlerini açıkça ifade etmekten korkması, hapishanelerinin suçu belirsiz binlerce insanlarla doldurulması ve çıplak arama gibi uygulamaların olduğu bir rejimin, iktidar sandıktan çıkan oylarla belirlenmiş olsa da, demokratik olduğu söylenemez. 

Dolayısıyla AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in "kim 'saray (Erdoğan) rejimi' diyorsa demokrasiyi felç etme örgütünün üyesi olduğunu itiraf etmiş oluyor" kükremesi bir yavuz hırsız hali ve tepkisidir. Demokrasiyi felç eden günümüzü izah etmek için "Saray Rejimi" ifadesini kullanmak değil, güdümlü yargıyla, besleme basınla, başka partilere verilmiş oyları hiçe sayan halk iradesi anlayışıyla ve devleti/memleketi özel mülk gibi gören yönetimiyle iktidarın bizatihi kendisidir. 

AKP-MHP iktidar bloğunun demokrasi ve millî iradeden anladığı Cumhur İttifakı'na verilen oylardır, vatandaştan ve milletten kasıtları da kendi seçmenleridir. Diğerlerinin adı yoktur. Seçimlerin adil ve serbest seçim kriterlerini taşıyıp taşımadığı da kesinlikle ilgi alanları dahilinde değildir. Bunlar için demokrasi, sadece ve sadece araçsallaştırılmış sandıktır. 

Sonuç olarak şunu söylersek yanlış olmayacaktır: 15 Temmuz’un 5. Yıldönümü’nde, anmakta olduğumuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’nün anlam ve öneminin aksine, yaşadığımız bir otoriterlik ve kutuplaşma halidir. 

saglisolluhaber.com

Yorumlar (0)
10
açık

Gelişmelerden Haberdar Olun

@